Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Murad DEMİRKOL

Yitik Özne

“Annemin öldüğü yaşı çoktan geçtim
Suyun vefası ve acılar
Bir de gökyüzü
Çocuklarım olsa da…”

Refik Durbaş’ı da yitirdik…

“Yılların omzuna tünemiş
Biri hayat, öteki ölüm
Yaşadığım olsa da
Biri Refik, öteki Durbaş aslında…” diye yazmış Pusula adlı şiirinde…

Neleri yitirmedik ki bu garip yaşamda…
Neleri tüketmedik ki?

Birleşmiş Milletler raporlarına göre 1,1 milyar insan temiz içme ve kullanma suyundan yoksun, her yıl yaklaşık 5 milyona yakın insan temiz su kullanamamaktan dolayı hastalıklardan hayatını kaybediyor ve 20 yıl sonra dünya nüfusunun 1/3′ü şiddetli su sıkıntısı çekecek. Yapılan tahminlere göre 2040 yılında Dünyanın büyük kısmı çöl haline gelecek. 2032 yılında dünya nüfusunun yaklaşık %40 si susuz kalacak.

“Kendimden koparak bir birey olduğumu, yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük hayatın içinde ya da tesadüfen karşılaşıp konuştuğum insanlara fiziksel ve hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir…” diye yazmış Fernando Pessoa

İçinde bulunduğumuz kaotik dünya, karşı karşıya olduğumuz fiziksel ve düşünsel çöküş, savaşlar, nükleer tahribat, çevre sorunları, toplumsal sorunların yığın sorunlarına dönüşmesi ve daha bir sürü bireysel sarmal…

Tezer Özlü’nün çığlığı gibi biraz da, “Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, benim gerçeğim değil…”

Bitişine inanmadığınız hüzünlü bir ana fısıldar gibi…
Evrenin taşımakta güçleştiği kentsel yoğunluk, teknolojinin sunduğu yapay rol modeller, tüketim çılgınlığını karşılayabilecek üretim ve tanımsız çalışma koşulları…

“Birey daima fikirden güçlüdür ama kendisi olarak kalması şarttır. İnsanın tek bilmesi gereken, insan olduğu ve öyle kalmak istediğidir…” diye yazmış Stefan Zweig

Aslında toplumsal anlayışın yarattığı travmada başlıyor her şey…
Çünkü toplumun yarattığı kalıplarda birey yoktur… Onu türlü algılarla eriten toplum yığınları vardır. Ona hayatı kanıksatan, kabullendiren, duygusuzca büyüten toplum kalıpları… Onu sanal dünyanın pençesine bırakan, işletme çarkına çeviren, çarpık yapılaşmalarla betonlaştıran bir sarmal.

Sigmund Freud’un dediği gibi; “Artık davranışlarının bilincinde değildir birey…”
Bu ve bunun gibi insancıl sorunların gündemden düşmesi için dünyanın hemen her bölgesinde türlü algılarla bambaşka bir hayat sunuluyor… Bu kurgusal döngüde, bilim ve teknolojideki tüm gelişmelere rağmen birey, kontrolü dışında gelişen ve oyun kurucu güçlerin yaratacağı görüntülerin insafına terk edilmiş…

Yalnızlaşan bireyler…
Savaşlar…
Kadın ve çocuk cinayetleri
Kölelik şartlarında çalıştırılan mülteciler ve çocuk işçiliği…
Çevrenin tahribatı…

“Böylesine otomatikleşmiş bir düzende yaşayan insan; insan olduğunu, eşi benzeri olmayan bir birey olduğunu; umutları, düş kırıklıkları, üzüntüleri, korkuları, sevgisi, özlemi, yalnızlık ve hiçlik korkusuyla birlikte kendisine tek bir yaşama şansı verildiğini nasıl unutmasın??…” diyor Erich Fromm

Oysa doğa ve canlılık hiçbir boşluğu kabul etmez… Kendine kimim sorusunu dahi sormayan bireyleri hiç kabul etmez… Kuşkuyu sevmez, karamsarlığı hiç… Hatırlanmak ister, hatırlatmak… Yaşamın bir kırılganlık anı olduğunu bilir. Bir gölgenin rüyası gibi, bütün renkleri değiştiren sıcak bir mevsim gibi…

Ve Refik Durbaş;

“Nereye uçar gökyüzü
Ses nereye uçar
Öyle sevmişim ki seni
Ölüm nereye bensiz…”

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER