14 Şubat, Dünya Öykü Günü…
Canlıya ve doğaya dair sıcacık bir merhaba…
Medyanın ve toplumun 14 Şubat Sevgililer Günü telaşına karşılık, edebiyatseverlerin en sıcak ve en keskin günlerinden 14 Şubat Öykü Günü…
Öykü, dünyanın hemen her kesiminden, farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı dillerden insanların duygularla ortaklaştığı evrensel bir dil…
Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Sabahattin Ali Tahsin Yücel, Füruzan, Oğuz Atay…
Edgar Allan Poe, Franz Kafka, Virginia Woolf ve daha sayamadıklarımız.
Öykü, en başta yaşamın ana kaynağını yoklar… Bireyin en keskin düşlerine dokunur. Yaşamın ne olduğu ya da ne olmadığıdır öykü… Bireyin kırılganlığıdır, özlemidir, hüzün ve öfkesidir…
Sabahattin Ali’ye kulak verelim. Değirmen adlı öykü kitabında; “Birden değiştiğimi hissettim… O kadar süratle değişmiştim ki, eski benliğimle yeni benliğim arasındaki ayırıcı çizgiyi elimle tutabileceğimi zannediyordum…”
Öykü, yaşamın en sade ve keskin tanığıdır…
Yaşam alanlarımızın yüreğimize kattığı sancıdan, mutluluğa kadar, belleğe bırakılmış bir yer işaretçisi…
Orhan Kemal’in Önce Ekmek adlı yapıtına bakalım; “Yorganın altında sıcak gözyaşları dökerek gecelerce dinlemişti. Dışarıda karlar savrulur, acı rüzgar kendini yerden yere çalar… Sonra baharlar gelir… Evde gecelerce süren bu atışma değişmezdi.
Öykü, toplumun göz ardı ettiği duyguya ve renklere dokunur…
Bunun en yaygın yolu ise bireyin bilinmezliğine inmek…
Bireyi görünür kılmak adına o en çileli patikaya bulaşmak…
Sait Faik Abasıyanık ve Semaver alı öykü kitabından; “Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısıyla dönüp dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı. Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı…”
Canlının doğayla buluştuğu ilk zamandan beri bir öyküye konu olmuşluğu vardır… Yaşadığımız her an ve yaşadığımız her çağ gibi…
Geçmiş ya da gelecek
Zaman veyahut bellek
Canlının dokunabildiği her yer bir öykünün konusudur aslında…
Füruzan ve Parasız Yatılı isimli öykü kitabına göz atalım; “O zamanlar yorgunluk nedir bilmezdim. Gece yatağa uzandığımda, deliksiz bir solukta uyurdum. Şimdi öyle mi ya? Kemiklerim dökülüyor. Yatağa giriyorum, bunca yorgunluk yetmezmiş gibi, hiç uyku durak yok.
Niye böyle oldum?”
Hemen her yazıda ifade ettiğim gibi kolaycılığa sırnaşan bir çağ bu…
Okumaktan çok, görmenin sihrine odaklanmış bir çağ…
Zamanı hızla koşturan, belleği hızla yok eden bir oldubitti…
Görüntü bombardımanıyla ne kadar geç tanışsak o kadar iyi…
Kalabalıkta yaşanan o hiçlik ifadesiyle…
Tahsin Yücel ve Haney Yaşamalı; “Hiç kuşkum yok, Haney’in istediği de buydu, kafaları yapışkan düşüncelerle dolmuş çocuklara, gözlerinde öylesine büyüttüklerinin hiç de öyle umdukları gibi olmadığını göstermeyi amaç bilmişti…”
Ve elbette sevmekle başlayacak her şey…
Doğayı
Renkleri
İnsanı ve canlılığı…
Murad DEMİRKOL
YORUMLAR