“Sokaklar geçiyorum
Alın kırışığımdan tutmuş uzanıyor
İçimi kemiren bir gerginlik gibi yatıyor kaldırımlar
Ve soğuk nefesimi sarsan rutubet
Çıldırmışçasına giydiriyor esmer göğünü kentlerin…”
Murad DEMİRKOL
Herkesin her şeyi bildiği bir çağda yazmak, hangi canlıyı sağaltır? Herkesin şair, herkesin yazar, mühendis, doktor, uzman, politikacı… Herkesin, her şey olduğu bir çağda, bir olgunun geçerliliğini sınamanın mümkün olduğu o tarifsiz andan söz etmek…
El ile tutulup, göz ile görülecek biçimde var olan, hiçbir biçimde yadsınamayan gerçek… Ne dilde, ne felsefede nede günlük hayatta kucaklayamadığımız o gerçek… Fiilin, yani somut varoluşun dünyaya ait olma meselesi. Normal tepkileri göz ardı eden, eş zamanlı bir bunalım hali…
“O ya da bu gerçek” diye fısıldıyor Jane Austen. “Gurur ve gösteriş farklı şeyler, ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. İnsan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. Gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürtmek istediğimize…”
Bir görüntünün etrafında zıplayan garip yaratıklarız belki. Bir metnin anlamından çok, anlamlandırılması üzerine çabalayan toplumcuklar. Algısal karmaşaya tav olan bir yılgınlık, kayıp bir zihin ve yaşamın kaçınılmaz bir parçası gibi yüzümüze her daim sırnaşmış bir endişe…
Önyargının toplumdan komşuya kadar indirgendiği bir çağda yazmak hangi bireyi sağaltır? Bir erkeğin sadece erkekçe, bir kadının sadece kadınca, bir toplumun sadece kalabalık halinde söylendiği bir çağda, normal tepkileri göz ardı eden, eş zamanlı bir bunalım halini yaşamak…
Duyularımıza hitap etmeyen bir görüntüyle karşı karşıyayız… Gözlerimize ışığın düştüğü retina tabakasından, uzaktaki bir nesneye kadar…
Oysa atomu var bu galaksinin. Çekirdeğindeki protonu, nötronu var. Bireysel bir gerçeklik var bu bedende, kırılmışlık, tükenmişlik, gerçeğe yaklaşmak gibi bir mutsuzluk meselesi var.
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserinde “Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz… Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım… Hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum…”
Bu çağ, hangimize değerli metinler bahşetti ki, hangimizi kendiyle barıştırsın? Ama bu çağ hepimize bir etiket yaftaladı. Avucumuza rakamlar, gözümüze ışıklar, tenimize yabancı tenler kustu. Bilgiyle kuşatıldığını sanan o parlak zihnimize özellikle… Karanlık en büyük hakikatti belki… Aklımızın sindirebileceği bir gerçek, olgu ve yaşanmışların tümü…
Kurguyu gerçek, yazarı fantastik, şairi okur sanan bir zihin… Başlanmış fakat yarım kalmış bir cümle… Bir fotoğraf ama değil. Bir melodi ama hiç değil. Bir öykü, bir şiir, bir iki adımlık mesafe… Adı gerçeklik olan fakat kurgunun dibine uzanan bir yanılsama…
Aslında, “Aradığınız kişiye ulaşılamıyor…” Bu çağı en iyi tanımlayan ifade…
“Aradığınız kişiye ulaşılamıyor…”
Durağanlık yadırganır… Kalabalıklar arasında yaşanan o adımsızlık hali özellikle. Ama yavaşlamak iyidir. Kendiliksiz soluklara kulak vermek… Bir karıncanın, bir ağustos böceğinin adımlarına yaslanmak… Üşengeç bir beyin, ya da kabuğuna sığınan bir ruh hali…
“Ama gerçek öyle değildir.” diye itiraz ediyor John Steinbeck “Asıl durgun, olaysız günler hemen geçiverir. İlgiyle beneklenen, trajik olaylarla hırpalanan, sevinçle çatlayan anlar, belleklerde derin izler bırakır. Gerçeğin böyle olduğunu, düşününce siz de kabul edersiniz. Olaysız geçen zamanın bağlanacağı nirengiler yoktur. Hiç ile hiç arasında geçen zaman, zaman değildir…” diyor
Ama önyargının, toplumdan komşuya kadar indirgendiği bir çağda yazmak, hangi bireyi sağaltır? Bir erkeğin sadece erkekçe, bir kadının sadece kadınca, bir toplumun sadece kalabalık halinde söylendiği bir çağda, normal tepkileri göz ardı eden, eş zamanlı bir bunalım hali…
YORUMLAR