Küçücük bir an, birden fazla düşüncenin yoğunluğuyla da okunabilir…
Kendine doğru yürümek…
Yaşamın kendisine doğru…
Dönüp ardımıza baktığımızda, bilincin en ince kıvrımında dahi zihinsel bir sızıntının farkında olmak…
Belki bu çağda hemen herkes bir etkinin altında yaşıyor da ondan…
Düşlerimiz, oyuncaklarımız, aynalarla yüzleşmemiz hatta…
İçsel yolculukların bile kendi öz sırlarına sahip olamadığı bir çağ bu…
Hemen her açı, bir yönlendirme ölçütüne bağlı…
Algı yaratma ve genel kanı oluşturma çağı…
“Ne de olsa bugünlerde her şey çabucak değişiveriyor ve herkes çabucak unutuveriyor…”[i] diye söylendi Anthony Burgess
Var olmanın beğeniyle ilişkilendirildiği bir hengâmeyi düşünsenize…
Hem de olur olmaz herkesin beğenisi…
Sırf bu yüzden kişi kendine dönmeli…
Bir çeşit sığınma hali, korunaklı bir yaşam ve dahası…
Yalanla örülen ilişkiler, naylondan üretilmiş birliktelikler ve tüketilen doğru…
Evren genişliyor mu sahi ve biz küçücük dünyamıza sesimizi duyurabiliyor muyuz?
Belki hemen hepsini geride bırakmak için, bir çeşit unutma moduna girmeli…
Belleği göz ardı etmek mi?
Hiç sanmıyorum…
Bu yaşanan çalkantılar, inişli çıkışlı rakamlar, abartılı benzetimler hangi belleğin kırıntısı?
Bu çağ hangi tüketimin?
Canlının kolayca yönlendirildiği bir ortamda, geleceğin dahi reklamlarla kontrol edildiği bir ortamda bellek nedir?
Deneyimler, beklentiler ve sonsuz yer değiştirme…
Peki ya bu döngü hangi belleğin tekrarı?
Goethe’nin sesiyle irkiliyoruz; “Nasıl oluyor da insanı mutlu eden şey, aynı zamanda yıkımının da nedeni olabiliyor?”[ii]
Yüzümüz nerede sahi?
Maskemiz ve bocalayan adımlarımız…
Bizi bizden daha iyi parçalayan aynalarımız nerede?
Görmezden gelmek ya da anlaşılmaz bir çabanın içeriğine dalıp gitmek…
Kapıdan çıktığınız an artık kendinize ait değilsiniz…
Vitrinler, rakamlar, değişen etiketler…
Yokluğumuzu bir çembere hapseden makine dili
Öyle ya da böyle belleğimizde uçuşan heceler dahi sentetik…
Zihnimize iletilen emojinler…
Tahminlerimiz, planlarımız ve belki mutluluğumuz…
Hayatın içindeymiş gibi ya da farkında olmak gibi bir telaş
Kendi iç sesimizi koruyamadık belki ve belki hiçbir zaman olmadık…
Benliğimizi oradan oraya vuran gerçeğin acısını nasıl tanımlayacağız?
“Çünkü insan değişmez” diye araya giriyor Marcel Proust;
“Bir insana atfettiğimiz duyguların içinde, onun uyandırdığı, ama ona yabancı küllenmiş unsurlar büyük yer tutar. Üstelik bir yanımız, daima bu özel duyguları gerçeğe yaklaştırmaya, yani daha genel bir duyguyla birleşmeye çalışır…” [iii]
Belki sırf bu yüzden kişi kendine dönmeli…
Bir çeşit sığınma hali, korunaklı bir yaşam ve dahası…
Yalandan örülen ilişkiler, naylondan üretilmiş birliktelikler ve tüketilen doğru…
Evren genişliyor mu sahi ve biz küçücük dünyamıza sesimizi duyurabiliyor muyuz?
[i] Otomatik Portakal, Anthony Burgess, Çev: Dost Körpe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
[ii] Genç Werther’in Acıları, Johann Wolfgang Von Goethe, Çev: Nihat Ülner, Can Yayınları
[iii] Guermantes Tarafı, Marcel Proust, Çev:Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları
YORUMLAR