9 ay geçmiş kolay mı?
Sarsıntı, çığlık, ulaşılamayan telefonlar…
Yakınlarımız, dokunamadıklarımız…
Sonrası kolon, kiriş bilmecesi…
Richter, fay, geçmiş, gelecek…
Sonrası yalnızlık…
“Özellikle sana yaşarken dayanılmazmış gibi gelen dönemleri beğeniyorsun en çok. Hiçbir şey yitip gitmemiş. Bütün o güçlükler, sıkıntılar, tiksintiler bir zenginlik kazanıyor…” diye yazmış Cesare Pavese
Öyle ya yüreğimizi delen bir gülücükle uyanmayalı kaç zaman oldu?
Kim olduğumuz, nerede olduğumuzu bilmeyeli…
Yaşam hiçbir doğruyu kanıtlayamıyordu nasılsa…
Adımlarımızı hırpalayan delgeç ya da bir hastalık belirtisi…
Adı konmamış bir başlangıcı ya da geciktirilmiş bir geleceğin sonunu…
Alışmaktan daha zoru var mı?
Ama en kötüsü hayatın içindeymiş gibi yaşamak
Bu nasıl bir tıkanıklıksa, fark edilmemek yani…
Fotolarda kalmak, sanal paylaşımlarda…
Söyleşisi, alkışı, yemesi, içmesi ve her anın beklentisi…
Bir çeşit sığınma hali ya da bir etiket…
Ama en vahim olanı da, bir çeşit etiket kurgusu…
Çağ öyle garip ki adınızın önünde muhakkak bir tanım olmalı,
En azından bir görünürlük anı…
Sözcüğünden, cümlesine kadar
Bilginin tekrarlanarak zihinleri kurcaladığı garip bir gerçeklik…
Yaşanan çalkantılar, sayısal veriler, yazılanlar, çizilenler…
Deneyimler, beklentiler ve sonsuz yer değiştirme telaşı…
Hangi belleğin sarsıntısı bu?
Hangi belleğin tekrarı?
Yapıların bir karşılığı yok sanki. Acıların gerçek bir dinleyicisi…
Öyleyse neydi geçmişi ıskalayan o mevsim?
Kendi bulanıklığıyla tükettiğimiz bellek
Genleşen bir tanım neyi kimle eşleştirir?
Hangi acıyı hangi kaygıyla?
Reklam panoları mı?
Yokluğun sırtladığı tüketim alışkanlıkları mı?
Yeni yeni algılar
Yeni yeni kurgular…
Akıllı evler,
Akıllı sözcükler mi yoksa?
Zemin artı üç ya da ölesiye acıyan bilinç…
Sabah programları, zanlı, yakın, sevgili…
Hemen her şeyin uzmanı gibi dolaşan söylenceler…
Ama sonra düşlerimiz, oyuncaklarımız, aynalarla yüzleşmemiz hatta…
Hemen her açı, bir yönlendirme ölçütüne bağlı…
Hayatı durduğumuz yerden hecelemek gibi bir şey…
Görüş açımızın merkezine odaklanmak gibi…
Gölgede kalanın sona kaldığı sözcükler yığını hatta…
Belki sırf bu yüzden okuduklarını duymak istemiyor insan.
Kulaklarımızı zorlayan cümleleri odak noktasına yuvarlayan endişeyi…
Ardındaki belirsizliği gizleyecek yerler arıyor durmadan.
Yeni kavramlar gerek, kendini omuzlayabilen yeni sözcükler…
Yoklukla yaşayan canlıyı, kendiyle tanımlayabilen sözcükler…
Belki sırf bu yüzden yeryüzünün sesine bırakmalı yaşamı…
Rengine ve belleğine…
Kendine doğru yürümek gibi…
Süzgecin tırmaladığı parçacıklara doğru…
YORUMLAR